BAHTI KARA

Uzun zamandır ertelediğim gün maalesef gelip çatmıştı. Sonunda Ankara’daydım. Gelip çatmıştı dediğim, bedava otobüs bileti bulunca hemen atladım, soluğu Ankara’da aldım. Yanımda Bora vardı. “Hadi buranın istiklal caddesine gidelim Bora” dedim. Beni barlar sokağı olması gereken yere götürdü. Kadim bir dostumun da dediği gibi, bu sokağın istiklalle alakası yoktu, burası bildiğin Aksaray’dı. Neyse dedim, içmeye koyuldum. İkinci biradan sonra tanıdık bir melodi duydum. Bu bildiğin apaçi melodisiydi. Kendini bilmez bir ankaralı telefonunun zil sesini apaçi müziği yapmış. Bu yaptığından utanır, kimse duymasın diye telefonu hemen açar dedim, yok! Sanki herkes duysun diye on, on beş saniye bekledi telefonu açmak için. O bekledikçe benim sinirlerim yıprandı, o bekledikçe benim sabrım tükendi. Masadan kalktığım gibi yakasına yapıştım. “Neden böyle yapıyorsun ankaralı! Neden başkentimizin ismini umarsızca karalıyorsun!!!” Cevap yoktu. Edebi bir hareket yaparak bakışlarımla onu delmek istedim, tam gözlerinin içine baktım; o da ne! Göz bebeklerinin olması gereken yerde iki beyaz leke. Bora’ya döndüm, o da aynı hayretle garsona bakıyordu. Aman tanrım dedim, jesus fucking christ dedim sinirden. Ankaralılar bu şehrin sıkıntısına dayanamayıp birer zombiye dönüşmüşlerdi. “Buradan hemen kurtulmamız gerekiyor Bora” dedim ama Bora için çok geç kalmıştım. Zombi garson alt dudaklarına yapışmak suretiyle Bora’yı da bir zombiye dönüştürüyordu. Hemen güvenebileceğim birini bulmak zorundaydım. Aklıma ilk Alp geldi. Ama Alp uzun süredir Ankara’daydı, belki şu an o da bir zombiydi. Seco burada olsaydı hiç düşünmeden onun yanına giderdim. Baksana adam bu lanetli şehirden kaçmak için Belçika’ya gitti. İşte o an aklıma gene kadim dostumun söylediği bir başka söz geldi “Belçika Avrupa’nın Ankara’sıdır”. Demek Seco’nun da kurtuluş ümidi kalmamıştı. Kimi arasam diye düşüm düşüm düşünürken aklıma işte o kadim dostum Gökhan geldi. Ne de olsa o Ankara'ya geleli henüz bir sene bile olmamıştı. Hemen Gökhan’ı aradım, Kızılay’da buluştuk. “Gel kardeşim, seni bu cehennemden kurtarayım” diyerek beni bir dolmuşa bindirmeye çalıştı. “Dolmuş olmaz, orda çok zombi var, taksi dolmuşa binelim orda az zombi vardır” dedim Gökhan’a, kabul etti. Her ne kadar adrenalin dolu bir kaçış hikayesinin içinde olsak da Ankara’nın sıkıcılığı yakamızı bırakmıyordu. Yolculuk boyunca sıkım sıkım sıkıldık. Gökhan bu durumu farketmiş olacak ki bana Ankara’nın önemli yerlerini göstermeye başladı. “İşte bu, Artiz kardeşim, Ulaştırma Bakanlığı. Eğer biz şu an bu yolda sağ salim istediğimiz yere gidebiliyorsak Ulaştırma Bakanlığı’nın bunda büyük emeği var”. Bu enteresan tanıtıma biraz şaşırsam da, Gökhan’a hak veremeden edemedim. Çocukcağız Ankara’da bana deniz mi göstersin, saray mı göstersin, ne göstersin. Tabi ki bakanlık gösterecek. Ama Gökhan susmadı. “Bak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, ben şu an sana bunları anlatmak için gerekli olan enerjiyi nerden buluyorum sanıyorsun, tabi ki bu bakanlıktan. Aman tanrım, Sosyal Güvenlik Kurumu! Eğer bu taksi dolmuş kaza yapsa ve biz hastaneye düşsek, SGK bizi hastanenin girişinde karşılayacaktır, buna eminim”. Bu işte bir terslik vardı. Gökhan neden böyle yapıyordu, bunu en iyi kendisi bilirdi. Gökhan’ın yakasına yapıştım. “Neden böyle yapıyorsun kadim dostum, korkutuyorsun beni!” dedim. Gökhan ise bana bakmıyordu. Göz bebeklerinin olması gereken yerde iki beyaz lekeyle alt dudağımı kesiyordu…

1 yorum:

petro... dedi ki...

Burdayken böyle demiyodun ama yüzünden gülücükler saçıyodun, kahkahalar eksik olmuyodu.Biraz düşününce sen de utanacaksın fro...