Ocak ayına inat, güneş gökyüzünde son bir umutla parıldıyordu. Bulutların arasından süzülen ışık huzmeleri işletme fakültesindeki öğrencilerin üzerine düşüyor, onlarda tatlı bir mayışmaya sebebiyet veriyordu. Okula sınavlardan önce ders çalışmaya gelmiş, ama kıyafetlerine bakacak olursanız güzellik yarışmasına katılmak üzere olduklarını sandığınız kızlar ve keten pantolon, gömlek, kazak üçlüsünden vazgeçemeyen, İngiliz beyefendilerinden hallice erkekler birbirleriyle derslerden bahsediyorlar, konu birkaç dakika içinde kariyer hedeflerine kayıyor ve bu hedeflere varmak için yapılması gereken şeylerin listesi çıkarılınca muhabbet başa dönüyor, gene dersler hakkında konuşuyorlardı. Öğrencilerin bu tozpembe tutumu, anne babalarına çocuklarının başarılı bir iş hayatı sonunda şirketlerin peşinden koştuğu bir genel müdür veya küçük bir dükkânla başlayan ama yıllar sonra holding sahipliğine kadar yükselen bir iş adamı olacağı hayalini kurduruyordu. İşletmenin insanları, ailelerinden aldıkları bu gazla derslerine daha bir gayretle asılıp en yüksek notları almak için birbirleriyle tatlı bir rekabet içine giriyorlardı. Sınavların ciddiyetine henüz varmamış alt sınıflar, okulun juniorları ise hangi ülkenin kızları daha güzel diye hummalı bir tartışmanın içine girmişti. Sözü her alan bir diğerine en güzel kızların Türk kızları olduğu dip notunu düşerek veriyor, ortamdaki Türk kızları da bu yavşaklığın farkındaymışçasına hafiften sitem ederek gülüyorlardı. O sırada kampüsten içeri bir öğrenci daha girdi. Elinden hiç düşürmediği şemsiyesinden destek alarak, insanın kanını donduran bu samimiyetsiz ortamdaki sahte arkadaşlık bağlarını koparırcasına hızla yürüdü. Son finaline girmek için gelmişti okula. Sonra, niye öyle yaptı hiç bilmiyorum, cebindeki paralara baktı. Bir an düşündükten sonra tekrar cebine koydu onları. Hepsi yirmi beş liraydı. Usulca açtı binanın kapısını, merdivenleri çıkmaya başladı. Bir dakika sonra ikinci kattaydı. Sınav başlamak üzereydi. Sınıfa doğru yürümeye başladı. Duvarları boyayan işçiler onu görmemişti. Yanındaki kızlara yavşayan eleman da görmemişti. Pek samimi olmadığı arkadaşı bile ona bakmış, fakat görmemişti. Sınıfın kapısını iki kere çaldıktan sonra açtı. İki adımda bir şemsiyesini yere vurarak, ağır ağır girdi içeri. Sınav başlayalı birkaç dakika olmuş olmalıydı. Öğretmen olacak lavuk, yüzüne bakmadan bir kağıt uzatıp oturmasını işaret etti. Öncesinde heyecandan titreyen elleri, gördüğü bu muamele karşısında sinirden kaskatı kesildi. Yüreğinde tereddüt namına hiçbir şey kalmamıştı artık. Kalbi bütün vücuduna öfke pompalıyor, gördüğü insanlardan, onların seslerinden, kokularından, bu okulun havasından tiksiniyordu. Yıllardır içinde biriktirdiği nefreti kusma günüydü bugün. Öğretmenim diye geçinen bu hıyar kendisiyle o kadar ilgilenmiyordu ki kağıdı uzattığı eli hala havada bekliyordu ama o bunun farkında değildi. Beriki sımsıkı tuttuğu şemsiyesini kaldırıp var gücüyle bu tıknaz ele vurdu. Hemen ardından paltosunun cebinde sakladığı altıpatlarını çıkarıp sınavı bekleyen koyunlara doğrulttu. Sonunda bir nebze de olsa dikkatleri üzerine çekmeyi başarabilmişti. Kalabalıktan gelen sağır edici sessizliği bozmak için bağırdı: “Sikerim sınavını, ben bırakıyorum okulu!” Öğretmen denen denyo olanca görmüş-geçirmişliğiyle “Neden böyle yaptığını biliyorum evlat, sakin ol” dedi. Bizimki, ulan ben ne yaptığımı bilmiyorum sen niyesini nasıl biliyorsun, diye geçirdi içinden belli belirsiz. Yaptığının bir nedeni olması gerektiğini ilk kez orada düşündü. Demek ki bütün bu olanlar, bütün yaşadıkları, hissettikleri boşuna değildi. Ortada bir neden vardı ve bu o kadar barizdi ki öğretmen olduğunu zanneden şu deniz anası bile bunun farkındaydı. Düşündü. Vücudu huzursuzca kıpırdandı. Ve sonunda içinden geçenleri sesli bir şekilde kendine itiraf etti: “Oğlum ben aslında zenne olmak istiyordum. Bi baksanıza güzel dans ediyor muyum.”

Hiç yorum yok: