bir gün akıllının biri demiş ki
ikili siyah tuşlar var ya
-var
işte onların solunda ki do'dur.
-do
aradan yüzyıllar geçer
kimse hatırlamaz bu olayı
herkes sanır ki do hep oradaydı
bir sanı işte
sanki
san
ki
sa
s.a.
~
bütün kızlar, erkeklerin lodoslarına karşı
hem giyinmiş hem soyunmuşlar
hem de kapanmışlar içlerine
badem taneleri gibi
ve lodos vurdukça
o eteklerini kaldıran lodos
doğdukça doğurdukça kendilerini
kocasız bir bebek gibi...
deniz tanrısı gelecek de o güzelim kızları
öpüp okşayacakmış...
başka ve o yaşta
niye beklesinler ki
kayaların başında
o dallı giysileriyle
kimi bekler ki onlar
poseydon'dan başka
bu kayalarda durmuş
bu kızlar ne bekler ki
bir aşk için boğulmaktan başka...
can yücel
hem giyinmiş hem soyunmuşlar
hem de kapanmışlar içlerine
badem taneleri gibi
ve lodos vurdukça
o eteklerini kaldıran lodos
doğdukça doğurdukça kendilerini
kocasız bir bebek gibi...
deniz tanrısı gelecek de o güzelim kızları
öpüp okşayacakmış...
başka ve o yaşta
niye beklesinler ki
kayaların başında
o dallı giysileriyle
kimi bekler ki onlar
poseydon'dan başka
bu kayalarda durmuş
bu kızlar ne bekler ki
bir aşk için boğulmaktan başka...
can yücel
Ne Saçmalıyor Lan Bu?
Nereye kadar duygusal ergen olacaksın? Kızlar gibi erkekleri nasıl peşinden koşturduğunu mu anlatacaksın, yoksa erkekler gibi kızları nasıl kullanıp attığını mı? Her zaman bir üstünlük savaşı içinde mi olacaksın? Sende bıkmadın mı artık bundan? Hiç içinden " yeter ya böyle şeylerle artık uğraşamam " demek gelmedi mi? Erkekleri abaza mallar, kızları kaşar mallar olarak görmen bitmedi mi artık? Bazı blogları okuyorum bazen. İnsanlar neden bu kadar karizma peşinde? Kime prim yapıyorlar? Prim kelimesini söylemek bile içimde sıkıntıya sebep oluyor biliyor musunuz? Artık herkesin derdi bu. Kimi zaman ben bile böyle dertler içine giriyorum, bunları farketmiş olduğum ve artık sıkıldığım halde. Ancak olmuyor be gülüm. İnsanlar, bir daha görmeyeceği insanlara bile iyi bir izlenim bırakma peşindeler. Neden hiç böyle şeyleri takmadıkları olmuyor. Bir daha nasıl olsa göremeyecekler onları. Neden gülünç duruma düşünce, yolda yürürken tanımadığı insanlar içinde rezil olunca, hemen durumu toparlamaya, yolun bozukluğuna sesli laf atarak kurtulmaya yada yanından geçen insan ona değmediği halde, " önüne baksana be kardeşim " diyerek diğer insanlara " ben sakar falan değilim, çok karizmatiğim, ayağım takılmasının sebebi var " diyerek karizmalarını korumaya uğraşıyorlar? Nasıl olsa bir daha karşılaşmayacaksın o insanlarla. Orda durumu toparlasan ne olacak? Toparlamasan ne olucak? Böyle düşünen sadece ben miyim bilmiyorum. Ha diğer bloglar demiştim. Genelde bizim akıllı başarılı zeki arkadaşlarımız kızların bloglarına üye olduğundan, bende onların profilden yada izleyicilerden, bazı insanların bloglarındaki yazıları okuyorum bazen. Kızların anlattıkları şeyler ya duygusal olan ( Bi' arkadaşıma yazıyorum, ancak ona açılamıyorum) şeyler, ya da ( erkekleri siklemiyorum, kendime kul köle ediyorum ) gibisinden şeyler. İlki için söyleceğim şey, git açıl her kime yazıyorsan. Bu şekilde mal mal yazdıklarını okumak istemiyor büyük ihtimalle izleyicilerin. Git açıl ki, daha düzgün şeyler yazabilesin. Böyle dertler aklında olmasın. Bundan prim de yapamıyorsun ha zaten. Bari komik bir anını anlatırsan, şiir yazarsan, iki eleştiri yazısı yazarsan insanlar seni daha çok sikler. ( Bu arada, abazan kelimesi tüm insanoğlu geçerli. Erkeklerde fazla görülmesinin sebebi, kızların dışarı vurmalarına ihtiyaçlarının olmayışı. Erkekler daha az baskıyla büyüdükleri için, onlarda daha çok görüyoruz )İkincisi için söyleceğim şey, inanki seninde o şekilde yazdıkların, kimse de ' vayy kıza bak küfürlü konuşuyor, kimseyi siklemiyor, çok cool ' gibi bir intiba bırakmayacak. Küfürlü konuşmak o kadar güzel birşey değil, kızlara da yakışmıyor zaten. Lütfen, küfürlü yazı yazmayın kızlar. Daha çok itici bulunuyorsunuz. Cool gözükcem diye, daha da batıyorsunuz. Hani bir de Bazı Julietler Romeoları Siklemez gibi birşey gördüm, ona değinmeden de geçemeyeceğim. Ya, Juliet ve Romeo birbirine aşık olmuş iki genç. Deliler gibi sevmişler birbirlerini. Nasıl biri diğerini siklemez ve burdan ' Bazı kızlar, erkekleri siklemez ' gibi bir ifade çıkarttırmaya çalışırsın sen. Sen kimsin? Kendini Juliet olarak mı görüyorsun? Erkekler yüz vermedi de, böyle şeyler yazarak ' kedi ve ciğer ' deki kedi mi oldun zaten siklemiyorum ki, diyerek ? Lütfen, sizleri izleyen izleyicilerinize de daha fazla sahte şeyler yazdırmak zorunda bırakmayın, ikiyüzlülük hiç hazzetmediğim birşey. Bu yazıyı da bu yüzden yazdım. Aslında tüm tepkiyi izleyicilerinize vericektim de, sonra onları savuncak olanlar sizlersiniz. Bari, insanların aslında sizin yazılarınıza nasıl baktığını göstereyim dedim, ki sorunu başından halledelim. Önceden bu yazıları okurken sinirlenip, altına kırıcı şeyler yazarken buluyordum kendimi. O şekilde yorum yapmadan buraya kadar geldim, ancak artık kıl olmaya başladım bu üstünlük savaşından. Belki içimdeki isyancı ve üstün olmaya çalışan genç bunları söylüyor, ancak yalanda söylemiyor diye düşünüyorum. Sonuçta yazarlar, kalemlerini kendi fikirlerinin ne kadar taşaklı olduğunu, kendi baktıkları açıların diğer insanların basit açılarından ne denli üstün olduğunu göstermek için kullanırlar. Birbirimizi yemeyelim artık. Neyse zaten çok uzun bir yazı oldu. Bu arada ben eleştiri çekemeyen bir insanım. Bu kadar uzun bir eleştiri yazısından sonra böyle bir cümle koyarak sizin eleştirilerinize karşı önlem almaya çalışıyormuş gibi görünmek istemem. Çünkü gerçekten eleştiri çekemem. Beni tanıyanlar bilir. ( Bu lafa da hastayım, ilerde uzun uzun sırf bu lafla ilgili şeyler de yazacağım ). Yani benim yazdığım hikayelere falan eleştiri alırsam daha da derin doğrulara iner, iyice pislikleşir, daha da kırıcı olurum ( Doğru söyleyeni dokuz köyde de sikerler, hesabı ) Beni siklemeyip, ' bırak konuşsun mal mal ' diyebilirsiniz. Ki diyeceksiniz de. ( Kötü gerçekler herkezde rahatsızlık uyandırır ) Ben sadece size tavsiye verdim. Tabi ki bir yazar olarak değil, bir okuyucu olarak konuştum. Yazar olmak da o kadar kolay değil bence. Öyle iki tane komik anı anlatıp yazar olabileceğimi de zannetmiyorum. O yüzden sonuç olarak, evlilik yanlıştır.
bir de bize sor
aynı biz aynı zamanda
rakıyı da çok severdik
öyle severdik ki
her bardağımız yeni bir musikiyle dolar
yeni bir makamla biterdi.
rakıyı tek birşeyden az sevdik
birbirimizden
hep içerdik biz
kimimiz az kimimiz çok
az içen makamını bilir muhabbetini ederdi
çok içen de refakatçısıyla tuvalete giderdi
ama o rakı ne olursa olsun biterdi
ve yüzümüz her gecenin sonunda kardeşlikle gülerdi
rakıyı da çok severdik
öyle severdik ki
her bardağımız yeni bir musikiyle dolar
yeni bir makamla biterdi.
rakıyı tek birşeyden az sevdik
birbirimizden
hep içerdik biz
kimimiz az kimimiz çok
az içen makamını bilir muhabbetini ederdi
çok içen de refakatçısıyla tuvalete giderdi
ama o rakı ne olursa olsun biterdi
ve yüzümüz her gecenin sonunda kardeşlikle gülerdi
Rakı Sofrası
Biz öyle severdik ki edebiyatı
Rakıya şiirsiz veda etmezdik
Rakıya şiirsiz veda etmezdik
Yeni Nesil ( Lucky Bastards )
İlkokul 4 e gidiyordum. Safdım, temizdim, kalbim tüm insanlığı kurtaracak kadar iyilik ve sevgi doluydu. ( İnsanlığı kurtaracak kadar iyilik ve sevgi dolu lafını kullanmasam olmazdı, taşak geçilesi bir kelime grubu ama kullanmak istedim, sorry ) İnsan ilişkileriyle ilgili pek bir şey bilmediğim, abaza muhabbeti ya da sevgili muhabbeti hakkında ufacık birşey bile duymamış olduğum bu dönemde, çocuğun etrafında gördüğü herşeyden etkilenmesi doğaldır. Beyni yoracak herhangi bir bilgiye sahip olmadığı için, çocuk ne görürse aşırı derecede etkilenebileceğinden veya inanabileceğinden, uzmanlar ( ' uzman yazayım da, sırf ben diyorum diye olmadığı görülsün ' diye düşünmek ) bu yaşlardaki çocukların etrafında iyi örnekler olması gerektiğini söylerler. Benim etkilenebileceğim en büyük olay, televizyondaki gördüğüm şeylerdi. Ve yeşilçamın o dönemki kemal sunal filmleri yada cüneyt arkın kahramanlıkları, küfür ve kolpalık içerdiğinden yasaktı bizim evde. Yani geriye sadece gündüz kuşağında izlediğim diziler ve dublajlı yabancı filmler kalıyordu. Bunlardan severek ve eğlenerek izlediğim programlardan biri ise ; Kaygısızlar adlı diziydi. Üç tane karısı , 59 tane çocuğu ( tam sayıyı hatırlamıyorum ) olan herifin biri elbette o yaştaki çocuklar için bir komedi unsuru, oradaki kültekin adlı mafya babası kılıklı elemanda bir idöl olabiliyor. Neyse, ben yine bu diziyi izlerken, bir sahnede oradaki tamirci adamın, sonradan bir çocuğu çıktı. Adam, eskiden sevgilisi olduğu, çocuğun annesine, " nerden çıktı bu çocuk " diye sorunca kadın anlatmaya başladı, ve bir flashback girdi. Meğersem bunlar tam ayrılmadan önceki gün, bir ağacın altında buluşmuşlarken, yapıvermişler çocuğu. Ama izlediğim görüntülerde, o ağacın altında, sadece öpüşcekmiş gibi oluyorlar ve görüntü kesiliyor. Ben o zamanlar daha sevişme, seks, çocuk nasıl yapılır tam olarak bilmediğim için, aklıma ilk gelen şey ' çocuğun leylekler tarafından değil de, öpüşmeyle dünyaya geldiği ' olmuştu. Maalesef buna bir sene boyunca inandım. Buna bu kadar feci inanmamın sebebi, dünyayla ilgili fikirlerimin yeni yeni oluşuyor olmasıydı belki de . Zaten o bölümü izlemeden önceki zamanlarda, izlediğim yabancı bir filmde, çocuğun babasına ismiyle seslenmesi benim kafada büyük bir karmaşıklığa sebep olduğundan, artık her türlü şeye inanabilecek duruma gelmiştim. ( Hatta bir gün ben de babama ismiyle seslenicektim de, zor tutmuştum kendimi, iyi ki de tutmuşum, düşünsene, o kadar büyük adama, oğlu, " Ama Haci neden beni lunaparka götürmüyorsun " diyor. ) Geçirdiğim bu zamanlar, daha da iyiye gitmemiş, üstüne bir de okulda gördüğüm kötü muamele ( kızın biriyle çok samimi oluşum -ama sadece samimiyet, kankalık yani- ve onunla yanyana oturmam, onunla takılmam, resim derslerinde birlikte resim yapmamız falan, bizim sınıfın erkekleri tarafından, bana " sen kızlarla takılıyosun, kızsın olm sen, ibnesin " gibisinden dönmesi ) biraz daha beynimi s.kmişti.
- 10 yıl sonra -
" Abi, neden Bihterle Behlül sevişme sahnesinde yastık kullanmış " dedi, 4 e giden kardeşim. Şaşırdım başta, böyle bir soruyu beklemiyordum kardeşimden. ' Çocuktur, aklı almaz şimdi ' diye düşünüp, bir cevap bulmaya çalışırken, o, kendi kendine cevapladı; " Heralde çocukları olmasın, diye, koruma amaçlı koymuşlardır dimi " dedi. ' Çocuk zekası işte ' diye düşünürken kardeşim son lafını da koydu; " Behlül de şerefsiz ya, o tiple kesin hiç abaza kalmamıştır ". Bu lafın üstüne ne mi oldu, göt oldum kaldım tabi ki...
Not : Şimdiki idölümüz Polat abimiz bu arada
- 10 yıl sonra -
" Abi, neden Bihterle Behlül sevişme sahnesinde yastık kullanmış " dedi, 4 e giden kardeşim. Şaşırdım başta, böyle bir soruyu beklemiyordum kardeşimden. ' Çocuktur, aklı almaz şimdi ' diye düşünüp, bir cevap bulmaya çalışırken, o, kendi kendine cevapladı; " Heralde çocukları olmasın, diye, koruma amaçlı koymuşlardır dimi " dedi. ' Çocuk zekası işte ' diye düşünürken kardeşim son lafını da koydu; " Behlül de şerefsiz ya, o tiple kesin hiç abaza kalmamıştır ". Bu lafın üstüne ne mi oldu, göt oldum kaldım tabi ki...
Not : Şimdiki idölümüz Polat abimiz bu arada
Klavye Başında Beklerken
Yazmak istiyorum. Evet, şu an da tek bildiğim bu. Geçmiş klavyenin başına ne yazsam diye düşünüyorum. Aklımda yazacak bir şey yok, bunu ben de biliyorum; ama yazmak istiyorum. Klavyenin başında düşünmek bile bir tat veriyor yazıya, aklımdan bir sürü tezatlıklık geçiyor. Doğu- batı, gece - sabah... Böyle şeyleri düşünürken bile tatmin olyorum. Şimdi diyeceksin ne alaka neden tezatlıklar geçiyor. E öyle... Ben yazılarımda genelde tezatlıkları vurgularım da ondan. Aslnda hep beraber olduklarını, aslında iki tezat uçtan farklı olanın ortada kalan merkez kısım olduğunu.
Bu çocuk saçmalıyor, gece ya normal, demeyin çünkü beni tanıyanlar bilir bu normal halimdir. Şimdi izin verirseniz kendimi açıklayayım.
Tezatlıkların bir arada olması demiştim. Verdiğimiz örneklerden birini alalım hemen. Ne imiş efendim: gece - sabah. Basit olarak anlatıcak olursak geceden sonra hemen sabah gelir. Sabahtan sonra öğlen, ondan sonra akşam sora tekrar gece. Günü yazdığınız zaman ki sıra şöyle olur: Sabah - öğle - akşam - gece. Burda zıt kutuplar sabah ve gece gibi görünse de bu durum sadece resmin bir bölümünü görenler için geçerlidir. Resmin tamamına baktığımızda sabah - öğle - akşam - gece - sabah - öğle - akşam - gece - sabah olur ki gece ile sabah hep yan yanadır, ayrılmaz bütündür. İşte ben de insanlara resmin tamamını göstermek ve bu tezatlıkların birlikteliğinden bahsetmek için genelde onları geçiriyorum kafamdan. İnsanlara görmediklerini göstermektir önemli olan ne de olsa. Ben de resmi kaçırıyorum bazen, ben de takılı kalıyorum bir bölümüne kabul ediyorum bun. Zaten kabul etmesem kitap okumuyor olurdum. Onlar gelsin benden öğrensin diye atıp tutardım ama buna gerek yok. Çünkü bir resim için birçok perspektif olmasına rağmen yalnızca bir tanesi bütünü yakalayabiliyor. Bu durumda çok geniş bakmak da zararlı mı oluyor derseniz. Evet oluyor çünkü o zaman da çerçeve kaçıyor, konu sapıyor.
İşte geçtiğim zaman klavyenin başına ve canım yazmak istiyorsa, çerçeveyi taşırmadan aklımdakileri gösterebildiğim en büyük perspektifle göstermeye çalışıyorum ki bu düşünce bile , yazın başında da dediğim gibi, beni heyecanlandırmaya yetiyor.
Ve gördüğünüz gibi bekliyorum klavyenin başında hangi tezatlığın aslında farklı kutuplar olmadığını göstersem diye. Ve eminim bunu okuyanlardan birileri, benim ne dediğimi anlıyacak...
Bu çocuk saçmalıyor, gece ya normal, demeyin çünkü beni tanıyanlar bilir bu normal halimdir. Şimdi izin verirseniz kendimi açıklayayım.
Tezatlıkların bir arada olması demiştim. Verdiğimiz örneklerden birini alalım hemen. Ne imiş efendim: gece - sabah. Basit olarak anlatıcak olursak geceden sonra hemen sabah gelir. Sabahtan sonra öğlen, ondan sonra akşam sora tekrar gece. Günü yazdığınız zaman ki sıra şöyle olur: Sabah - öğle - akşam - gece. Burda zıt kutuplar sabah ve gece gibi görünse de bu durum sadece resmin bir bölümünü görenler için geçerlidir. Resmin tamamına baktığımızda sabah - öğle - akşam - gece - sabah - öğle - akşam - gece - sabah olur ki gece ile sabah hep yan yanadır, ayrılmaz bütündür. İşte ben de insanlara resmin tamamını göstermek ve bu tezatlıkların birlikteliğinden bahsetmek için genelde onları geçiriyorum kafamdan. İnsanlara görmediklerini göstermektir önemli olan ne de olsa. Ben de resmi kaçırıyorum bazen, ben de takılı kalıyorum bir bölümüne kabul ediyorum bun. Zaten kabul etmesem kitap okumuyor olurdum. Onlar gelsin benden öğrensin diye atıp tutardım ama buna gerek yok. Çünkü bir resim için birçok perspektif olmasına rağmen yalnızca bir tanesi bütünü yakalayabiliyor. Bu durumda çok geniş bakmak da zararlı mı oluyor derseniz. Evet oluyor çünkü o zaman da çerçeve kaçıyor, konu sapıyor.
İşte geçtiğim zaman klavyenin başına ve canım yazmak istiyorsa, çerçeveyi taşırmadan aklımdakileri gösterebildiğim en büyük perspektifle göstermeye çalışıyorum ki bu düşünce bile , yazın başında da dediğim gibi, beni heyecanlandırmaya yetiyor.
Ve gördüğünüz gibi bekliyorum klavyenin başında hangi tezatlığın aslında farklı kutuplar olmadığını göstersem diye. Ve eminim bunu okuyanlardan birileri, benim ne dediğimi anlıyacak...
Bulantı
Neden korktuğumu bilmem bile büyük başarı olurdu.
Sözgelimi, ellerimde bir değişiklik var. Pipomu ya da çatalımı tutuşum değişti. Belki de çatal elime yeni bir biçimde geliyor; bilmiyorum. Biraz önce odama girmek üzereyken olduğum yerde kaldım; avucumda, kişiliği varmışcasına dikkatimi çeken soğuk bir nesnenin varlığını duydum. Avcumu açıp baktım: kapının tokmağını tutuyordum. Bu sabah kitaplıkta, Autodidacte, günaydın demek için yanıma geldiğinde tanıyabilmem için yüzüne uzun uzun bakmam gerekti. Tanımadık bir yüzdü gördüğüm; bir yüz bile demek zor. Sonra elini, iri beyaz bir solucan gibi duydum avucumda. Hemen bıraktım, kolu külçe gibi düştü.
Korku, hayatımın serüveni, dolgun ve değerli olduğundan değil. Ortaya çıkacak olandan, beni avucunun içine almasından, sürüklemesinden (kimbilir nereye?) korkuyorum. Araştırmalarımı, kitaplarımı, her şeyi yarıda bırakıp çekip gitmem mi gerekecek yine? Birkaç yıl sonra, ezilmiş, umudu kırılmış olarak başka yıkıntılar içinde mi bulacağım kendimi? İş işten geçmeden anlamalıyım bunu.
Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşmadığı adamlardan biri aralarına karışmaya görsün, suratları hemen değişir.
Cimrice acı çekiyor. Zevklerinde de böyle olmalı. Bu yeknesak sıkıntıdan, şarkıyı keser kesmez başlayan bu homurdanmalardan sıyrılmayı, doğru dürüst bir acı çektikten sonra, umutsuzluk içine gömülmeyi hiç istemez mi bu kadın? Sanmam, elinden gelmez bu. Kördüğüm olmuş artık.
Saat üç. Bir şey yapmak isterseniz, bu saat ya çok geç ya çok erkendir. Öğleden sonra acayip bir an.
...evet, bütün bunları yapmış olabilir. Ama hiçbiri kanıtlanmış değil. Zaten hiçbir şeyin kanıtlanamayacağını düşünmeye başladım.
Geleceği görüyorum. Şurada, sokakta işte. Şimdiden biraz daha solgun. Gerçekleşecek de ne olacak sanki? Gerçekleşmekten ne kazanacak. İhtiyar kadın, topallayarak uzaklaşıyor, sonra duruyor, atkısından çıkan aklaşmış bir tutam saçı çekiştiriyor. Yürüyor, demin oradaydı, şimdi başka yerde...Anlayamıyorum bunu, hareketlerini görüyor muyum, yoksa önceden kestiriyor muyum? Şimdi'yi gelecekten ayıramıyorum artık, ama sürüp gidiyor bu, yavaşça gerçekleştiriyor kendini; yani ihtiyar ıssız sokak boyunca ilerliyor, ayağındaki koca erkek ayakkabılarını sürüyüp duruyor. Zamanın ta kendisi bu, hem de çırılçıplak zaman. Ağır ağır varoluyor, bekletiyor insanı. Ama ortaya çıktığı zaman canınızı sıkıyor. Çünkü çoktan beri orada bulunduğunu anlıyorsunuz. İhtiyar, sokağın dönemecine yaklaşıyor. Ufacık kara bir kumaş yığınından başka bir şey değil artık. Buna diyeceğim yok doğrusu. Biraz önce ihtiyar orada değildi. Ama bu, insanı şaşırtmayan tatsız ve solgun bir yenilik. Köşeyi dönecek, işte dönüyor; bu dönüş sanki sonsuz bir süre.
Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümdür yalnız.
Şunu düşündüm : En bayağı olayın bir serüven haline gelmesi için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter. İnsanları aldatan da bu zaten. Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır. Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek.
Kalabalık dağılmaya başladı. Denizin iç çekişleri iyice duyuluyordu. İki eliyle parmaklığa abanmış bir genç kadın, dudak boyasının karasıyla çizgilenmiş mavi yüzünü gökyüzüne çevirdi. Bir aralık, 'insanları sevecek miyim yoksa' diye düşündüm. Ama bu, eninde sonunda onların pazarıydı, benim pazarım değil.
Ardımda, kentin içinde, geniş ve dümdüz yollarda, lambaların soğuk aydınlığında, yaman bir toplumsal olay can çekişiyordu, pazar gününün bitişiydi bu.
Bir kadın görürüz, ihtiyarlayacağını düşünürüz, ama ihtiyarladığını görmeyiz. Ara sıra kadının ihtiyarladığını görüyoruz gibi gelir bize. İşte serüven duygusu budur.
Gülmüyorum, gösterdiği yakınlığa karşılık da vermiyorum. O zaman, gülümsemesini kesmeksizin, gözbebeklerinin korkunç ateşini üzerime dikiyor. Birkaç saniye, konuşmadan birbirimizi gözden geçiriyoruz. Gözlerini kısarak süzüyor beni. Sınıflandırdığı belli.
Doktor görmüş geçirmiş adam. Hayatı bunun üzerine kurulmuş. Doktorlar, papazlar, subaylar böyledir. İnsanı, sanki kendileri yaratmış gibi tanırlar.
Gördüğü saygı ve sevginin nedenini kavramak için uzun boylu düşünmek gerekmiyordu. Her şeyi anladığı her şey kendisine açıklanabildiği için seviliyordu.
Saat beş buçuğu çalıyor şimdi. kalkıyorum; buz gibi gömleğim etime yapışıyor. Çıkıyorum. Niçin? Niçin mi? Çıkmamam için sebep yok da ondan. Kalsam da, bir köşede sessizliğe gömülsem de kendimi unutamayacağım. Burada olacağım, ağırlığım döşemenin üzerine çökecek. Varım ben.
Kitaplıkta başından kötü bir şey geçmiş olduğumu hatırlıyorum şimdi. Kulak kesiliyorum. Bütün istediğim, başkalarının dertlerini dinleyip acınmak. Bu beni değiştirecek. Derdim yok benim, miras yedi gibi param da var. Patronum da, karım da, çocuklarım da yok; sadece varım, hepsi bu. Bu dert öyle belirsiz, öyle metafizik bir şey ki, utanıyorum doğrusu.
Salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir tiksinti kaplıyor. Ne işim var burada? Ne diye kalkıp hümanizm üzerine konuştum? Bu insanlar niçin burada? Neden yemek yiyorlar? Onların varolduklarını bilmedikleri besbelli. Çıkmak, herhangi bir yere gitmek istiyorum. Gerçekten kendi yerimi bulacağım, içine yerleşeceğim bir yere...Ama benim yerim diye bir şey yok; ben fazlalığım.
Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.
Belki bir gün, tam şu anı, trene binme zamanının gelmesini iki büklüm beklediğim şu kasvetli anı düşününce yüreğimin hızla çarptığını duyacak ve ' Her şey o gün, o anda başlamıştı.' diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnızca geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.Gece bastırıyor. Printania Otelinin birinci katında, iki pencere aydınlandı. Yeni Garın şantiyesi buram buram ıslak tahta kokuyor. Yarın Bouville'e yağmur yağacak.
Jean Paul Sartre
Ping pong Seçmesi
Böyle olaylar hep benim başımam mı geliyor yoksa herkese geliyor da dışarı vuran sadece ben miyim bilmiyorum ama olayı anlatıcam.
Bugün bir mail aldım. Yarın okulun masa tenisi takımı seçmeleri var diyordu mailde. Hazırlanmam gerekliydi. Turnuva gibi bir şey olacaktı heralde. Hemen telefonuma sarıldım, ismini vermek istemediğim ( ama sizin kim olduğunu anladığınızı düşündüğüm, yani bu olay için kmi arıyabilirim ki ) bir kardeşimi aradım:
- Kardeşim nasılsın?
- İyiyim beşiktaşta yemek yiyorum şimdi. Akşam için çağıracaksan dersim var 9da kadar girmem lazım çok önemli.
- Ya öyle mi? Masa tenisi oynarız bir ara antreman olur yarın okul takımı seçmesi varmış demek için aramıştım.
- Derse girmem gerek ya.
- Hiç mi boş zamanın yok?
- Yok valla.
- Peki canın sağolsun kardeşim. Afiyet olsun ordakilere selam söyle.
- Peki eyvallah.
Bu konuşmanın ardından kendime gaz verdim. Dedim sen antremansız da yaparsın. Yürü be oğlum, kim tutar seni. Yaparım dimi lan? Yaparsn tabi. Aslansın sen, toros kaplanısın.
Bu konuşmanın üstünden 4 saat geçmişti. Saat 7 idi. Beşiktaştan yukarı çıkarken. Masa tenisiyle ilgli konuştuğum kardeşime denk geldim yolda. Aklımdan gitmişti saat 9da biteceği dersinin. Hemen seslendm
- Naber ya naapıosn burda?
O derste olaman gerekirdi burda naapıosn olarak algılamıştı sorumu ama ben alelade sormuştum. Kendi açık verdi.
- Beşiktaş merkeze iniyorum.
Baktım sırtında spor çantası vardı.
- Naapıcaksn orda?
Bir an durdu söylese mi bilemedi ama insan yüzsüz olmasın
- Abimle masa tenisi oynayacaz.
İşte o anda böyle bir damla göz yaşı pıt...
- O seni ne zaman çağırdı?
- Az önce
- Ben?
- Doğrusun da sıkıldım çıktım dersten
- Hani girmen gerkliydi.
- Sıkıldım ama.
- Şimdi gidip masa tenisi oynayacan öz kareşinle öyle mi?
- Evet
- Ne halin varsa gör.
Dedim döndüm gittim. Hayatımda bu kadar büyük ekildiğimi görmedim. Besbelli biz onu öz kardeş gibi görürken üvey kardeş muamelesi görüyordum. Abi çağırınca tamam, semih çağırınca yok. Ya başka bi yere çağırsam tamam ben de aynı yere çağırdım hep orda oynuyorduk zaten. Kendi yatağımda aldatılmış gibi hissettim kendimi. Neyse bakalım daha neler görücez. Ya sadece benim mi başıma geliyor böyle şeyler? Yoksa size de oluyor da içinize mi atıyorsunuz benim gerçek kardeşlerim?
Bugün bir mail aldım. Yarın okulun masa tenisi takımı seçmeleri var diyordu mailde. Hazırlanmam gerekliydi. Turnuva gibi bir şey olacaktı heralde. Hemen telefonuma sarıldım, ismini vermek istemediğim ( ama sizin kim olduğunu anladığınızı düşündüğüm, yani bu olay için kmi arıyabilirim ki ) bir kardeşimi aradım:
- Kardeşim nasılsın?
- İyiyim beşiktaşta yemek yiyorum şimdi. Akşam için çağıracaksan dersim var 9da kadar girmem lazım çok önemli.
- Ya öyle mi? Masa tenisi oynarız bir ara antreman olur yarın okul takımı seçmesi varmış demek için aramıştım.
- Derse girmem gerek ya.
- Hiç mi boş zamanın yok?
- Yok valla.
- Peki canın sağolsun kardeşim. Afiyet olsun ordakilere selam söyle.
- Peki eyvallah.
Bu konuşmanın ardından kendime gaz verdim. Dedim sen antremansız da yaparsın. Yürü be oğlum, kim tutar seni. Yaparım dimi lan? Yaparsn tabi. Aslansın sen, toros kaplanısın.
Bu konuşmanın üstünden 4 saat geçmişti. Saat 7 idi. Beşiktaştan yukarı çıkarken. Masa tenisiyle ilgli konuştuğum kardeşime denk geldim yolda. Aklımdan gitmişti saat 9da biteceği dersinin. Hemen seslendm
- Naber ya naapıosn burda?
O derste olaman gerekirdi burda naapıosn olarak algılamıştı sorumu ama ben alelade sormuştum. Kendi açık verdi.
- Beşiktaş merkeze iniyorum.
Baktım sırtında spor çantası vardı.
- Naapıcaksn orda?
Bir an durdu söylese mi bilemedi ama insan yüzsüz olmasın
- Abimle masa tenisi oynayacaz.
İşte o anda böyle bir damla göz yaşı pıt...
- O seni ne zaman çağırdı?
- Az önce
- Ben?
- Doğrusun da sıkıldım çıktım dersten
- Hani girmen gerkliydi.
- Sıkıldım ama.
- Şimdi gidip masa tenisi oynayacan öz kareşinle öyle mi?
- Evet
- Ne halin varsa gör.
Dedim döndüm gittim. Hayatımda bu kadar büyük ekildiğimi görmedim. Besbelli biz onu öz kardeş gibi görürken üvey kardeş muamelesi görüyordum. Abi çağırınca tamam, semih çağırınca yok. Ya başka bi yere çağırsam tamam ben de aynı yere çağırdım hep orda oynuyorduk zaten. Kendi yatağımda aldatılmış gibi hissettim kendimi. Neyse bakalım daha neler görücez. Ya sadece benim mi başıma geliyor böyle şeyler? Yoksa size de oluyor da içinize mi atıyorsunuz benim gerçek kardeşlerim?
Yıldız Teknik ; The Amo Chronicles - Episode 3
" Bence 500 kuruşdur. " " Hayır olm 250 kuruş, hiç mi binmiyorsun ring-servislere? " dedi arkadaşı gülerek. Ring servisinde okulun içinde ilerliyorduk ve böyle bir tartışma yanımdaki koltuklarda yaşanıyordu. Ring-servisi ücretini ödemek bu kadar büyük bir tartışma konusu olmamalıydı bence ancak elimden birşey gelmezdi o an için. " Evet pek binemiyorum, zengin olduğum için arabayla gidip geliyorum genelde " dedi diğeri ciddi bir şekilde. Ses tonundan anlayacağım üzere, çocuk taşşak yapmak için değil, karşısındakini ezmek için hamle yapıyordu. Ve bu hamlesinin temelini 250 kuruşu bilememesine dayandırıyordu. Kim olsa gıcık olurdu, bi' laf sokayım dedim ama biraz daha beklemekte fayda vardı. Muhabbet güzel yerlere gidebilirdi. " Araban mı var lan ? " dedi delikanlı olan gülümseyerek ( fakir ama gururlu genç, herkesin favorisi, inşallah sonunda o zengin piçi sikertir ). " Evet var, babam ALMANYA dönüşü getirtti " dedi zengin piçi. İlk defa böyle bir durumla karşılaşıyordum gerçekten. Adam bildiğin, ciddi ciddi hava yapmaya çalışıyordu bu şekilde. Gülmüyordu da bunları söylerken. Sanki bir tartışmanın içindeymişçesine ciddiydi. " Vayy baban almanya'ya mı gitti " dedi diğeri yüzündeki gülümse biraz daha silinmiş bir şekilde. Muhabbet zengin piçinin artistligi üzerine gittiğinden, çocuk ortada oluşan gariplikten rahatsız olmuştu. " Ya pek kalmıyor Türkiye'de, hep yurtdışında, 4 gün önce birlikte Rusya'daydık " dedi. " İş gezisine seni de mi götürüyor ? " dedi delikanlı olan zoraki bir gülümsemeyle ve artık muhabbetin taşşağa dönmesi için içinden dua ederek. " İş gezisi değil ya, benim hatunu görmek için gittik, Anna'yı. " dedi zengin ipne. Artık delikanlı olan iyice kontrolünü kaybetmeye başlamıştı. Devreye girmenin zamanı gelmişti artık.
" Sessiz olur musun biraz " dedim zengin piçe. İnsanlar sanki birine anabacı küfretmişim gibi bana baktılar. Zengin piçi ve delikanlı çocukda susup yandan bi bakış attılar nasıl biri olduğumu görmek için. Delikanlı biraz daha rahatlamış görünüyordu aynı zamanda. Ancak umrumda olan o değildi. O zengin piçini, ring-servisinin içinde yerin dibine batırmaktı. Zengin çocuk oflayıp puflayarak" Keşke arabayla gelseydim " dedi yanındaki delikanlıya. " Arabanı da seni de siktirtme lan, yeter " dedim. " Sus diyorsam susucaksın ". Okuldaki serseri görünümümü kullanarak bile o çocuğu susturabileceğimi bildiğimden sadece böyle laflarla ezicektim. Sonuçta daha iki gün önce feci dayak yemiştik. ( Bunun hikayesini çok fazla kişi bildiğinden yazmayacağım, ama feci dayak yedik, sakın başkasından dayak atmışız falan gibi şeyler duyup da inanmayın, yok sandalyeyi aldım vurdum beline, yok maviliyi çürüttüm, hepsi yalan, en fazla iki yumruk vurabilimişizdir ) Artık ring-servisine sessizlik hakimdi. Kimse ses çıkarmıyordu. Herkes benden rahatsız olduğunu en ufak hareketiyle bile gösterebiliyordu. Zengin çocuk ezikliğe daha fazla dayanamayacak ki, " eşkiya mısın arkadaşım yaa" dedi. " Evet eşkiyayım ulann, eşkiyayım " dedim. Hemen ordan iki kişi, zengin çocuğa vurmayayım diye ellerimi falan tuttu. Zaten aklımda vurmak yoktu, sadece korkutup yerine oturttcaktım, ama millet beni tutunca falan, gaza geldim tabi ki " Bırakın beni, bırakın sikicem şunu,bırakın beni, sen bittin olm, sen bittin " dedim o gazla. Tabi ki onlar daha sıkı tuttu. Şöfor frenlere asılıp " Olay çıkartmayın, ikinizide atıcam yoksa dolmuştan(ring-servisi) " dedi. " Tamam, tamam bırakın " dedim yerime oturup. Delikanlı çocuğun hoşuna gittiğini tahmin ediyordum bu davranışlarımın, zengin çocuksa ölesiye nefret ediyordu galiba benden. Neyse, sınava girmek için erken geldiğim sınıfıma hızlıca geçip kopyalarımı sıraya yazmaya başladım. Hiçbir şey bilmiyordum ve tek ümidim kopyalardı. Sınava 15 dakika vardı. Normalde dolu olması gereken sınıfta 10 kişi falan vardı. ' Heralde gelir birazdan millet ' dedim. Yazdıkça yazdım, donattım masamı. Sınava 5 dakika kala, hala sınıftaki kişi sayısı 15 i geçmiyordu. Sonra en yakınımdaki çocuğun yanına gittim. " Türkçe sınavı olcak dimi şimdi " dedim. " Hayır Mukavemet dersi var şimdi " dedi. " Nasıl olur ya " dedim. Etrafımdakilere sesli bir şekilde " Türkçe var dimi şimdi " dedim. Dedim ama herkes mukavemet fikri etrafında birleşti. Sonra sınıfımın numarasına baktım. " Holy Shit " dedim, evet bunu gerçekten dedim. Sınıfım normalde 1-106 dı. Bense 1-105 e girmiştim. Hemen kalemimi, notlarımı alıp diğer sınıfa koştum. İçerisi tıklım tıklımdı. Hoca ortalarda boş olan bi' yeri gösterdi. Oraya gittim. Sınav kağıtları dağıtılmış, sınav başlamıştı. Aklımdaki tek düşünce birinden hemen kopya çekmem gerektiğiydi. Ve yanıma döndüğümde, o zengin piçini gördüm. Bana piç piç gülümseyen o zengin piçini. Hazırlıksız geldiğimi notlarıma bakarak anlamıştı. Ve şimdi eline düşmüştüm. *** Tabi ki ona bu zevki tattıramazdım. Nasıl girdiysem sınava, o şekilde de, bildiklerimi yapıp, bilmediklerimi kolpalayarak çıkacaktım. " Önüne dön lan " dedim fısıltıyla. " Kopya ister misin " dedi, hala gülümsüyordu. " Siktirgit lan, senden sevabını bile almam " . Ve aynen bu şekilde sınavıma devam ettim.
Gibi birşey yazıcağımı sanıyorsunuz dimi son olarak. Ama öyle bir dünya yok ulan, yok. Elbette şunlar oldu sonunda;
*** Ona baktım. Yüzünde nah kopya veririm der gibi bir ifade vardı. Gözbebeklerimi büyütüp onu korkutmaya çalıştım ,başkaları için embesil gibi görünmüş olabilirim ama galiba zengin piçini biraz korkutmuştum, ki yüzündeki gülümseme gitmişti. Önüne döndü. Kafamı eğip fısıldadım; " Eğer bana adam gibi kopya vermessen, sınav sonunda yakalamiyim " diyerek gerekli kopyayı aldım tabiki.
Yazarın Notu : Burada benim ve delikanlı çocuk için mutlu bir son var, zengin piç içinse üzgün bitiriyor. Ancak siz şöyle birşey diyebilirsiniz; ' iki kopya için kendini de şerefsiz yaptın ' . Böyle birşey diyen varsa varya, onları önümüzdeki günlerde yakalamiyim, bırakın beni, tutmayınn, siz bittiniz olm.
" Sessiz olur musun biraz " dedim zengin piçe. İnsanlar sanki birine anabacı küfretmişim gibi bana baktılar. Zengin piçi ve delikanlı çocukda susup yandan bi bakış attılar nasıl biri olduğumu görmek için. Delikanlı biraz daha rahatlamış görünüyordu aynı zamanda. Ancak umrumda olan o değildi. O zengin piçini, ring-servisinin içinde yerin dibine batırmaktı. Zengin çocuk oflayıp puflayarak" Keşke arabayla gelseydim " dedi yanındaki delikanlıya. " Arabanı da seni de siktirtme lan, yeter " dedim. " Sus diyorsam susucaksın ". Okuldaki serseri görünümümü kullanarak bile o çocuğu susturabileceğimi bildiğimden sadece böyle laflarla ezicektim. Sonuçta daha iki gün önce feci dayak yemiştik. ( Bunun hikayesini çok fazla kişi bildiğinden yazmayacağım, ama feci dayak yedik, sakın başkasından dayak atmışız falan gibi şeyler duyup da inanmayın, yok sandalyeyi aldım vurdum beline, yok maviliyi çürüttüm, hepsi yalan, en fazla iki yumruk vurabilimişizdir ) Artık ring-servisine sessizlik hakimdi. Kimse ses çıkarmıyordu. Herkes benden rahatsız olduğunu en ufak hareketiyle bile gösterebiliyordu. Zengin çocuk ezikliğe daha fazla dayanamayacak ki, " eşkiya mısın arkadaşım yaa" dedi. " Evet eşkiyayım ulann, eşkiyayım " dedim. Hemen ordan iki kişi, zengin çocuğa vurmayayım diye ellerimi falan tuttu. Zaten aklımda vurmak yoktu, sadece korkutup yerine oturttcaktım, ama millet beni tutunca falan, gaza geldim tabi ki " Bırakın beni, bırakın sikicem şunu,bırakın beni, sen bittin olm, sen bittin " dedim o gazla. Tabi ki onlar daha sıkı tuttu. Şöfor frenlere asılıp " Olay çıkartmayın, ikinizide atıcam yoksa dolmuştan(ring-servisi) " dedi. " Tamam, tamam bırakın " dedim yerime oturup. Delikanlı çocuğun hoşuna gittiğini tahmin ediyordum bu davranışlarımın, zengin çocuksa ölesiye nefret ediyordu galiba benden. Neyse, sınava girmek için erken geldiğim sınıfıma hızlıca geçip kopyalarımı sıraya yazmaya başladım. Hiçbir şey bilmiyordum ve tek ümidim kopyalardı. Sınava 15 dakika vardı. Normalde dolu olması gereken sınıfta 10 kişi falan vardı. ' Heralde gelir birazdan millet ' dedim. Yazdıkça yazdım, donattım masamı. Sınava 5 dakika kala, hala sınıftaki kişi sayısı 15 i geçmiyordu. Sonra en yakınımdaki çocuğun yanına gittim. " Türkçe sınavı olcak dimi şimdi " dedim. " Hayır Mukavemet dersi var şimdi " dedi. " Nasıl olur ya " dedim. Etrafımdakilere sesli bir şekilde " Türkçe var dimi şimdi " dedim. Dedim ama herkes mukavemet fikri etrafında birleşti. Sonra sınıfımın numarasına baktım. " Holy Shit " dedim, evet bunu gerçekten dedim. Sınıfım normalde 1-106 dı. Bense 1-105 e girmiştim. Hemen kalemimi, notlarımı alıp diğer sınıfa koştum. İçerisi tıklım tıklımdı. Hoca ortalarda boş olan bi' yeri gösterdi. Oraya gittim. Sınav kağıtları dağıtılmış, sınav başlamıştı. Aklımdaki tek düşünce birinden hemen kopya çekmem gerektiğiydi. Ve yanıma döndüğümde, o zengin piçini gördüm. Bana piç piç gülümseyen o zengin piçini. Hazırlıksız geldiğimi notlarıma bakarak anlamıştı. Ve şimdi eline düşmüştüm. *** Tabi ki ona bu zevki tattıramazdım. Nasıl girdiysem sınava, o şekilde de, bildiklerimi yapıp, bilmediklerimi kolpalayarak çıkacaktım. " Önüne dön lan " dedim fısıltıyla. " Kopya ister misin " dedi, hala gülümsüyordu. " Siktirgit lan, senden sevabını bile almam " . Ve aynen bu şekilde sınavıma devam ettim.
Gibi birşey yazıcağımı sanıyorsunuz dimi son olarak. Ama öyle bir dünya yok ulan, yok. Elbette şunlar oldu sonunda;
*** Ona baktım. Yüzünde nah kopya veririm der gibi bir ifade vardı. Gözbebeklerimi büyütüp onu korkutmaya çalıştım ,başkaları için embesil gibi görünmüş olabilirim ama galiba zengin piçini biraz korkutmuştum, ki yüzündeki gülümseme gitmişti. Önüne döndü. Kafamı eğip fısıldadım; " Eğer bana adam gibi kopya vermessen, sınav sonunda yakalamiyim " diyerek gerekli kopyayı aldım tabiki.
Yazarın Notu : Burada benim ve delikanlı çocuk için mutlu bir son var, zengin piç içinse üzgün bitiriyor. Ancak siz şöyle birşey diyebilirsiniz; ' iki kopya için kendini de şerefsiz yaptın ' . Böyle birşey diyen varsa varya, onları önümüzdeki günlerde yakalamiyim, bırakın beni, tutmayınn, siz bittiniz olm.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)