Kolejli kızlar neden mutsuz?
(bu da bir diğeri)
Geçenlerde Ankara Koleji'nde bir söyleşiye katıldım. Meraklı gözleri ışıl ışıl parıldayan gencecik bir dinleyici topluluğu, belki medyadan, belki hayattan, belki siyasetten açılacak bir bahsi dinlemek üzere salonu doldurmuşlardı. Hayata, siyasete ya da medyaya dair söyleyecek pekçok şey olmasına rağmen benim aklım, birkaç gün önce okuduğum bir söyleşideydi. Bu yıl 70. yaşını kutlayan Attila İlhan, Harper's Bazaar Dergisi'ne verdiği söyleşide "kolejli kızların mutsuz evlilikler yaptıklarını" söylüyordu.
Tam sömestr tatili arifesinde bu tespit üzerine söyleşmenin kolejliler için çok daha ilginç olacağını düşündüm. Üstelik biraz derinine inince, bu mutsuzluğun kökeninde, hayatı ve siyaseti bulmak mümkündü. Dahası, bir kolejli ile evli olduğumdan konu beni de doğrudan ve yakından ilgilendiriyordu. O yüzden gündeme "aşk"ı da aldık ve mutluluğa giden o tuzaklarla dolu yolun labirentlerinde gezinmeye koyulduk...
* * *
Dergide Attila İlhan, kolejli kızların mutsuz evliliklerinin gerekçesini şöyle açıklıyordu:
"Çünkü bu çocukların mutluluk, evlilik, aşk düşüncesi bu topluma ait değil. Okudukları okullarda, öğrendikleri dillerde, başka bir kültürün Türkiye'ye yansımış şekliyle bir aşk fikrine varıyorlar. O aşk fikriyle davranıyorlar ve adamı o aşk fikriyle beğeniyorlar. Ellerinde bir katalog var. Adam bu kataloğa uyuyorsa hemen evleniyorlar. Sonra da işler sarpa sarıyor. Kız geliyor, 'Ben onu modern sanıyordum, adam feodal çıktı' diyor."
İlhan, kolejli kızları "bu toplumun seçkinleri" olarak tanımlarken yürek burkan bir sonuca varıyor ve "Gerek aşk, gerek evlilik, gerek yaşam üzerine düşündükleri herşey yanlış. Türkiye'de basacakları hiçbir sağlam zemin yok. Kısacası Türkiye'ye fazla geliyorlar, ama maalesef dışarıda da azlar" diyor.
Kolejli kızlar için mutsuzluğu bir "mukadderat"a dönüştüren bu teşhisin neden erkekler için geçerli olmadığını ise İlhan, -kolejli kızları aşkla eğitim arasında bir tercihe zorlarcasına- kısaca şöyle açıklıyor:
"Çünkü kolejli erkeklerin çoğu orada aldıkları eğitimi tam hazmedemiyorlar."
* * *
Herhalde bu ilginç açıklama iki kelimede "aidiyet krizi" olarak özetlenebilir.
Kolejliler, sabahları "Türküm doğruyum"la başlayan o ünlü yemin töreninde "Türk varlığını korumaya" and içtikten sonra sınıflara girip, Türk varlığının en önemli unsuru olan Türkçe yerine yabancı bir dilde eğitim görüyorlar. Okudukları dergilerde Brad Pitt tipi erkeklere tutulup, Kadir İnanır tipi erkeklerle evleniyorlar. Düğünleri komparsitayla başlayıp, çiftetelli ile bitiyor. Ve tabii cenazelerinde bir yandan Chopin çalarken, diğer yandan da Kur'an-ı Kerim okunuyor.
Tanzimat'tan bu yana yaşayageldiğimiz modernleşme süreci, yamalı bir bohçaya dönüştükçe her kuşakta biraz daha bocalıyoruz. Batı'da kapitalizmi yaratan dinamikler, bizde doğal süreci içinde oluşmadığından, "modern" olan şeyin aynı zamanda hep "yabancı" kalmasının'' sancılarını çekiyoruz. Yıllardır vadettiği refahı bir türlü sunamayan bu "yabancı"nın karşısında tutunamayan, ayak direyen "yerli"nin de ısrarla öbür tarafa çekiştirmesiyle, Doğu ile Batı arasında sıkışıp, ne Doğulu ne Batılı olmayı beceremeden oradan oraya savrulup duruyoruz.
Tabii bu çekişmede Batı'ya ("yabancı"ya) en çok yaklaşanlar, Doğu'ya ("yerli"ye) en uzak düşenler oluyor ve mutsuzluktan kaçamıyorlar.
Bu teşhis, çok kaba ölçülerde Müslüm Gürses konserlerinde bileklerini jiletleyen gençleri de açıklıyor... Refah'ın seçimlerden birinci parti olarak çıkışını da... Kolejli genç kızların mutsuzluğunu da...
Ekonomik altyapısı oluşmamış bir "Batıcılık ısrarı," hazırlıksız kitleleri umutsuzca "Doğu"ya sürüklüyor. Bu arada çok Batı'ya gidenler de -Ece Ayhan'ın dediği gibi-coğrafi olarak yeniden Doğu'ya düşüyorlar.
O yüzden "alafranga" görünümüne aldanılıp evlenilen erkekler, kısa sürede bilinçaltlarından bin yıllık "alaturka" zevklerini çıkarıp sergileyiverdiklerinde hayal kırıklığı kaçınılmaz oluyor.
* * *
Bu yazgı nasıl değişir?
Türk aydını aslında Tanzimat'tan bu yana bu soruya yanıt arıyor.
Ama herhalde bu "kimlik bunalımı"nı çözebilmek için öncelikle kafalarımızdaki "katalog"ları atmamız, tutunduğumuz toprakla gözümüzü diktiğimiz hedef arasında ayağı yere basan, gerçekçi bir ilişki kurmamız gerekiyor.
"Mutlu bir toplum" kurmadan "mutlu bir izdivaç" mümkün görünmüyor çünkü...
Can Dündar
yalnızlık
semihin anılarımızı paylaşmak için öne sürdüğü forum işini aynı zamanda okuduğumuz yazıları tartışmak amaçlı bir platform olarak da kurabiliriz.kafama yattı hoşuma da gitti
işte o deneme
YALNIZLIK
Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz.
Ratio et prudentia curas,
Non locus effusi late maris arbiter, aufert. (Horatlus)
Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir,
O engin denizlerin ötesindeki yerler değil
Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik, kararsızlık, korku, tutku bizi bırakmaz.
Et post equitem sade atra cura. (Horatius)
Ve keder, atımızın terkisine binip gelir.
Onlar manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi onlardan ne çöller kurtarabilir, ne mağaralar, ne de bedenimize ettiğimiz işkenceler
Haeret lateri letalis arundo. (Virgilius)
Öldürücü yara bağrımızda kalır.
Sokrates'e birisi için, seyahat onu hiç değiştirmedi, demişler. O da: Çok doğal, çünkü kendisini de beraber götürmüştür, demiş.
Quid terras alio calentes
Sole mutamus? patria quis exul
Se quoque fugit? (Horatius)
Niçin başka güneş başka toprak ararsın?
Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın?
İnsan önce içindeki sıkıntıyı dağıtmazsa yer değiştirmek daha fazla bunaltır onu: Nasıl ki yerine oturmuş yükler daha az engel olur geminin gidişine. Bir hastaya iyilikten çok kötülük edersiniz yerini değiştirmekle. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. Onun için kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş bitmez: İçimizdeki kalabalık hallerimizden kurtulmamız, kendimizi kendimizden koparmamız gerek
Rupi jam vincula dicas;
Nam luctata canis nodum arripit; attemen illi,
Cum fugit, a collo trahitur pars longa catenae. (Persius)
Kırdım diyorsun zincirlerini;
Evet, köpek de çeker koparır zincirini,
Kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak
Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz.
Nisi purgatum est pectus, quae prelia nobis
Atque pericula tonc ingratis insinuandum?
Quantae conscindunt hominem cuppedinis acres
Sollicitum curae, quantique perinde timores?
Quidve superbia spurcita, ac petulantia, quantas
Efficiunt clades? Quid luxus desidiesque? (Lucretius)
İçi arınmamışsa, neler bekler insanı,
Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna!
Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar.
Ne korkular içinde kıvranır insan!
Ne çöküntüler yapar bizde gurur, şehvet,
Öfke, gevşeklik ve tembellik!
Kötülüğümüz içimizde bizim; içimizse kurtulamıyor kendi kendisinden.
In culpa est animus qui se non efiugit unquam. (Horatius)
Ruhun derdi içinde ve kaçamaz kendi kendinden.
İnsanın, olanak varsa karısı, çocuğu, parası ve hele sağlığı olmalı, ama mutluluğunu yalnız bunlara bağlamamalı. Kendimize dükkanın arkasında, yalnız bizim için bağımsız bir köşe ayırıp orada gerçek özgürlüğümüzü, kendi sultanlığımızı kurmalıyız. Orada, yabancı hiçbir konuğa yer vermeksizin kendi kendimizle her gün başbaşa verip dertleşmeliyiz; karımız, çocuğumuz, servetimiz, adamlarımız yokmuş gibi konuşup gülmeliyiz. Öyle ki, hepsini yitirmek felaketine uğrayınca onlarsız yaşamak bizim için yeni bir şey olmasın. Kendi içine çevrilebilen bir ruhumuz var; kendi kendine yoldaş olabilir; kendi kendisiyle, çekiş dövüş, alışveriş edebilir. Yalnız kalınca sıkılır, ne yapacağımızı bilmez oluruz diye korkmamalıyız.
In solis sis tibi turba locis (Tibulhıs)
Issız yerlerde kendin için bir evren ol
Erdem, der Antishenes, kendi kendisiyle yetinir; ne kurallara baş vurur, ne laflara, ne gösterişlere.
Yapmaya alıştırıldığımız işlerden binde biri bile kendimizle doğrudan doğruya ilgili değil. Bakarsınız bir adam canını dişine takmış, kurşun yağmuru altında, yıkık bir kale duvarına tırmanıyor bütün hıncıyla; bir başkası, karşı tarafta, kan revan içinde, aç susuz savunuyor o kaleyi ölesiye: Kendileri için mi gösteriyorlar bu yararlığı? Uğrunda ölecekleri ve hiç görmedikleri insan belki o sırada kılım kıpırdatmadan keyif sürmektedir. Bakarsınız bir başkası, bitkin, perişan, saçı sakalı birbirine karışmış kitaplıktan çıkıyor gece yansından sonra: Bunca kitabı daha iyi, daha akıllı bir insan olmak için mi karıştırdı sanırsınız? Yok canım sen de! Ya ölecek o kitaplıkta ya öğretecek yarınki kuşaklara Platus'un dizelerini hangi düzenle kurduğunu ve falan Latince sözcüğün nasıl yazılması gerektiğini. Kim seve seve feda etmiyor sağlığını, canını şan şeref için? Oysa kalp bir paradan başka nedir ki şan şeref? Kendi ölümümüzden korkmakla yetinemeyiz; karılarımızın, çocuklarımızın, adamlarımızın ölümünden de korkmak zorundayız. Kendi işlerimizden çektiğimiz sıkıntı yetmiyormuş gibi komşularımızın, dostlarımızın işleriyle de dertlere sokar, bunaltırız kendimizi.
Vah! quemquamne hominem in animum instituere, aut
Parare, quod sit charius quam ipse est sibi? (Terentius)
Vah, vah! Nasıl olur da insan bir şeyi
Kendinden daha çok sevmeye kalkar? (Kitap 1. bölüm 39)
Montaigne
+lan korumalar, gelin buraya resim çekeceksiniz!
-peki x bey, oo formayı da giymişiz hayırdır
+hadi hadi uzatmatın. şimdi biriniz topu bana atın ben tam vururken resmimi çekeceksiniz.
-peki, ahmet ben atıyorum topu, sen resmi çek
+hadi bekliyorum
*atıyorum x bey
(ıska)
+olmadı lan bidaha at
*olur
(ıska)
+mnskiym!
(yarım saat sonra)
-x bey yarım saat oldu, işimizin başına dönmemiz gerekiyo
+ne yarım saati lan 15 dakika oldu, hadi bu sefer vurucam
-valla yarım saattir vuramıyorsunuz(!)
+düzgün atmıyosunuz ki ibneler
*en iyisi topu koyalım yere, öyle vurun. sanki havadan geliyomuş gibi...
+tamam ama söylemiyosunuz kimseye, havadan geliyodu top diyosunuz
*,-peki x bey
special thanks to seco...
Ne Muhabbetlerdi BE
Aklıma FBS geldi de paylaşmak istedim.
Abi üstüme gelme zaten FBS :D