-"Merak etme ben hemşireyim"

Günün yoğunluğu bitmiş, betonun yüzde 80i dökülmüş, kalanı da rutininde dökülmeye devam ediyordu. İşi düzene koymuş, mesainin bitmesine bir saat kalmıştı ki aranmaya karar verdim. Telefonumu elime alıp sağa sola kaydırmaya başladım. Henüz 10 dakika geçmeden onunla eşleştim. Profilinde sadece iki fotoğrafının olduğunu, kendini anlatan bir bilgi veya yazı olmadığını da görünce kendi kendime ya dolandırıcı ya da daha kötüsü dedim. Sonuçta insanların zor şartlarda yaşadıkları için hatırı sayılmayacak bir miktar para için bile birbirlerine acımasız şeyler yapabileceği, en gavurunun bile götünü kolladığı topraklardaydım. Ama o iki fotoğrafta o kadar seksiydi ki dayanamadım yazdım. Giriş kısmını geçtikten sonra; 
-"Bu pazar napıyorsun?"
-"Bir planım yok evde oturacağım"
-"Benimde yok sana geleyim mi?"
-"Gel" 
diyalogunu yaşamış, artık iyice kıllanmaya başlamıştım. Daha önce hiç görüşmememize, beni zerre tanımamasına rağmen bu manken gibi kız neden evinde buluşmamıza tamam diyor? Neyse diyip sağa sola (genelde sağa) atmaya devam ettim.

Pazar günü gelene kadar birini bulamamıştım. Bu pazar dota oynayacağız belli oldu diye sandalyeme oturacaktım ki, yine beraber bu şehre geldiğim Alper "Hadi kalk kahvaltıya kruvasan yemeye gidelim" dedi. ,'Yani Alper ben sucuklu yumurta kavurmalı yumurta menemen özledim diyorum sen yine kruvasan yine kruvasan...' demedim tabi. "Olur kanka gidelim" diyip hazırlanıp çıktım. Sonuçta görüşeceğim biri yoktu, en azından şehri gezmiş etrafı görmüş oluruz dedim kendi kendime. Kruvasanlarımızı yaptırıp plaja doğru yollandık, üstünde uzunca bir ağacın gölgesi olan, önü plajın kumlarına bakan ve yüksek kalmış büyükçe bir taşın üzerine, ayaklarımız neredeyse kuma değecek şekilde oturup yemeye başladık. Ben tavuklu yiyordum, Alper domuz etine kendini alıştırmaya çalıştığı için domuzlu. Domuzun da ne bok gibi bir tadı varmış diye düşünerek plajı ve etrafı izlerken, telefonumdan gelen bildirimle kendime geldim. Yeni bir match, yeni umutlar. "Şu an neredesin?" "Evdeyim, sen neredesin?" "Plaja geldik arkadaşımla kahvaltı yapıyoruz." "Gerçekten mi? Benim dairem de plajın karşısındaki sıralı apartmanlar içinde kalıyor." Balkondan bir fotoğraf gönderdi ve gerçekten bu apartman dairelerinden birinde kalıyordu. Belki bizi bile çekmişti "Arkadaşın varsa eğer biz iki kişiyiz, buradan birşeyler içmeye gideceğiz, katılmak ister misiniz?" diye sorup heyecanlı bir bekleyiş içine girdim. Alper'e de inceden "bir kız var arkadaşı varsa hep beraber içmeye gidebiliriz" diye sufleyi verdim. "Ya oğlum ne alakası var ben nişanlıyım önümüzdeki yaza evleneceğim." dedi. "Evleneceksin de sikini de mi aldırıyorsun?" diye sordum. Öyle diyince "Ne alakası var amına koyayım" diye başladı ancak artık onu duymuyordum. Yeni bir mesaj sesiyle telefonuma tıkladım ve "Arkadaşım var ama evden çıkmayacağım" demişti. "O zaman arkadaşını da çağır biz de içkileri alalım sana gelelim" dedim. Attığım mesajla aynı anda selfiesini atmıştı. Göğüs dekoltesinden yüzünün güzelliğine kadar gerçek bir tanrıçaydı. Zaten bu ülkedeki kızların yüzde 95 i böyle olduğu için artık alışmıştım. Alper hala birşeyler anlatmaya devam ediyordu ama kulaklarım dahil tüm vücudumdaki kan başka yere gitmeye başladığı için onu artık duyamıyordum. "Marihuana içer misin?" diye sordu. "İçmeyi çok isterim, hatta aldığın kim var ise parasıyla alalım ben vereceğim" diye bir girişkenlik yaptım. "Peki içtikten sonra ne olacak?" diye sordu. Yani gerçekten ne dememi bekliyorsun? Eğer birbirimizden hoşlanırsak seni çatır çatır sikeceğim mi diyeyim? "Duruma göre bakarız" dedim. "Benimle sevişmek istemiyor musun?" diye sordu. Şimdi uyuz olmaya başlamıştım. "Seni henüz tanımıyorum, birbirimizi tanıdıktan sonra neden olmasın." diye yazdım. Çünkü o eve bir kere girersek eminim ki çıkmazdık. (Türkler girdikleri yerden çıkmazlar -ay yıldızlı bayrak-) "İtiraf et sevişmek istiyorsun" diye yazdı. Artık iyice sinirlenmiştim; "Tabi ki sevişmek istiyorum ama beraber zaman geçirip seni tanıdıktan sonra (yersen)" dedim. Bana rusça "Siktir git" yazınca içimden 'hay amınakoyayım, bizimle eğleniyor resmen' diyip engelledim. Ardından bundan önce yazıştığım ve pazar günü evine davet eden (kendimi zorla davet ettirdiğim) kıza yazdım. "Evdeyim, içiyorum, adresim burası, gel" diye tekrar yazdı. Kan artık beynime de gitmeyi bıraktığı için Alper'e "Kanka başka bir kız ayarladım ben gidiyorum" dedim ve taksi çağırdım. Yolda "Ne içersin?" diye yazdığımda "Konyak" diyince evine en yakın lokasyondaki ATB ye girip iyi marka konyak aramaya başladım. Toplam 1 litre iki şişe konyağı aldım, evi artık yürüme mesafesindeydi. Alper'e "Eve geldim haberin olsun, üç saate yazmazsam konum burası" diye yazarak konumumu yolladım. Bunu Ukrayna'ya gelen her Türk kendi arasında kural haline getirmişti. Yabancı birileriyle buluşuyorsak birbirimize son konumumuzu atıp bilgi verecektik. 
Apartmanı eski sovyet döneminden kalma, tekdüze, ortasında yeşil alanı, ağaçları, parkı olan, U şeklinde site gibi yapılmış yekpare gibi duran büyükçe bloklar. İçleri, daha fazla kira almak isteyen ev sahiplerinin yenilettiği daireler haricinde eski olan daireler. Evin kapısını çaldım. Kapıyı açtı, üzerinde büstiyer vardı. Gerçekten çok seksiydi, ancak fazla zayıftı. (Beyinde parlayan acaba bir hastalığı mı var? sorusu) Gözleri gökyüzü mavisi, bembeyaz tenine karşın simsiyah saçlarıyla adeta bir model gibiydi. İçeri buyur etti. Dairesi salaş, kendi de bu salaşlıkla özdeşleşmiş bir rahatlık içindeydi. Salona girdiğimde orta sehpasının üzerinde duran 6-7 şişe votka ve kanyak karışık şişeyi gördüğümde içmeye çoktan başladığını anladım. Oturdum, olanca rusçamla konuşmaya başladık. Hemen bana da masa da duran şat bardağını uzatarak "Bunu dün gece bende kalan kız arkadaşım içti, temizdir" diyip açık olan kanyağı doldurdu. Beraber şatlarımızı içmeye başladık. İçip gevşedikçe ben de daha rahat konuşabiliyordum. Köşe de duran sarı kedisini 4. şatı attıktan sonra, hareketlendiği zaman farkettim. "Çocuğun var mı?" diye sorduğumda "Evet bir tane oğlum var, 15 yaşında" dedi. Kabaca bir hesapla 25lerinde duran bu kadının aslında 35lerinde olduğunu anlayıp, "Nasıl yani? Sen 25 yaşında duruyorsun" diye boş bulunmuş gibi yapıp hoşuna gidecek şekilde şerbeti veri verdim. Gerçekten de hoşuna gitmişti. İçimden, “Tamam, bu kadını tavlarsam ciddi devam ederim. Hem evi var, kampta kalmam bazı akşamlar.” dedim. Erken konuşmuşum... 1 saat içinde iki şişenin yüzde 70ini o, kalan yüzde 30unu ben içmiştim. Başta her şat kaldırışında erkekliğe bok sürdürmemek için eşlik etmeme rağmen, 5. şattan sonra onun iki şatına bir şat denk gelecek şekilde elimi kaldırmaya başlamıştım. Sünger gibi içmeyi bırak, kadın alkolikti. Büyük ihtimalle masa da boş duran iki şişeden birini de bu sabahtan kendi içmişti. Biraz daha kendisini tanıyabilmek için "Evlendin mi?" diye yeni konuya giriş yaptım. "Evet" dedi. "Ne kadar oldu boşanalı?" diyince, "Henüz boşanmadım, boşanma davam devam ediyor" dedi. İşte ilk red flagi burada anlamam lazımdı ama kanyağın ve hormonların da etkisiyle sadece "Anladım" dedim. Ardından, bu zamana kadar yaşadığımız heyecan verici olaylardan konuşalım, o zaman ki heyecanı tekrar benimle hissederse tavlamama etkili olur diye düşünerek; “Hayatında yaşadığın en heyecanlı an neydi?” dedim. Artık yanyana oturduğumuzdan, elimi kolunun altına götürerek kolundaki siyah noktayı gösterdi. "Nedir bu?" diye sorduğumda, yine aynı elimden tutarak kaldırdı ve beni bu sefer mutfağa götürdü. Mutfak camının kapıyla aynı istikametindeki ortasında delik olan kırığı göstererek "Bak bu delikte aynı delik, kocam boşanma davası açtığımda sinirlenip uziyle açtığı ateşten oldu, biri koluma biri cama biri duvara geldi" diyerek son olarak mutfak duvarını gösterdi. Hepsinde minik ve aynı ebatta bir delik. O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Beynimin içine terleyip, yine içime doğru sıçmaya başlamıştım. Ama kanım hala aynı yere akıyordu. İçimden 'neyse' diyip salona geçtim. Biraz daha içmeye devam edince artık midem bulanmaya, sarhoş olmaya ve kusmaya doğru gittiğimi anladım. Kusmamak için "Ben şu içerdeki yatağa geçip biraz dinleneceğim" dedim. Yatağa etrafa tutanarak geçmiştim. Başım dönme dolap gibi dönüyordu. Kendimi yattağa attıktan sonra gerçekten sarhoş olduğumu, önümü zor gördüğümü, hareket bile edemediğimi iyice anladım. Kendi de zor geçtiğimi görmüş olacak ki, peşimden geldi. 'Şu an kılımı kıpırdatacak halim yok, kusura bakma' diye düşünürken. Odasının köşesinde bulunan büyük eski vitrin dolaplardan birinin çekmesinden bir kutu çıkardı. İçini açıp eline aldığı şey bir iğneydi...
'Doğru mu görüyorum, şu an bunu yaşıyor muyum gerçekten' diye düşünürken, "Merak etme, ben hemşireyim. Sana yapacağım iğneyle hiçbirşeyin kalmayacak, 1 saate kendine gelirsin" dedi. Dedi ama ben o sırada hayatımın film şeridinde 10 yaşıma gelmiş, O zamanlar televizyonlarda gece klüplerinde eğlenmeye çıkanların dans ederken kollarında hissettiği acı ve ardından gelen 'Aramıza hoş geldin' yazısı ve şırıngasını, bu kişilere aids bulaştığını görüyordum. Kadına dönüp içimden 'Uçkurumdan öleceğimi hiç düşünmezdim amınakoyayım, buraya kadarmış' dedim, 'dur yapma' bile diyemeyecek kadar sarhoş olmanın da etkisiyle her ihtimali düşünmeye başladım; ya direkt öleceğim, ya böbreğim gidecek, ya da aids olacağım (opsiyonel). İğneyi yaptıktan sonra, "miden de ağrıyordur şimdi, dur bu da midene iyi gelecek" diyip ikinci iğneyi çıkardı. İçimden Allahu Ekber Allahu Ekber, La ilahe illalahhh... şeklinde marş gibi olan ilahi melodiyi söylüyordum.

Gözümü açtığımda bir saat bile geçmemişti. Midemdeki taş gibi his gitmiş, başımdaki uğultu dağılmıştı. Hafif hissediyordum. Abartısız söylüyorum, doğduğumdan beri ilk kez bu kadar hafiftim (bir de Orkun'un ketamininden sonra). Sanki biri karaciğerimi çamaşır suyuna yatırıp durulamıştı.

Salona döndüm. O hâlâ içiyordu. Üçüncü şişeye başlamıştı. Sırtı bana dönüktü, saçları hafif dağılmış, votkayı sanki ayran içer gibi yudumluyordu. Bir süre izledim. Evin sessizliği, o eski Sovyet apartmanının rutubetli duvarlarına çarpıp yankılanıyordu.

O an fark ettim. Buraya gelen Türklerin hikâyeleri hep aynıydı ama kimse bu seviyeye inmediği için yazılmamıştı. Herkes macerasını “kanka inanmazsın çok güzeldi” diye bitirirdi. Benimki ise “kanka o iğne bana girdi...” şeklinde.

Ayağımı sessizce yere bastım. Çıkmak istiyordum. Hayattan, kadından, iğneden… belki biraz da kendimden. Ayakkabımı giyerken, “Gidiyor musun?” dedi arkasını dönmeden.

— “Evet.”

— “İyi.”

Kapıyı çektim. Apartmanın koridoru buz gibiydi. Merdivenleri inerken cebimden telefonumu çıkarıp Alper’e yazdım:

“Yaşıyorum.”

Sonra kendi kendime güldüm. Belki gerçekten de sevişmeye değil, hayatta kalmaya gelmiştim.

...

Tabii ki böyle bitmemişti.

Bir saatlik ölüm-kalım sendromu sonrası kendime geldiğimde, hâlâ içmeye devam ediyordu. Ben de karşısına geçip birkaç dakika sessizce bakakaldım. Şat bardağına dokunmadan yanına oturdum. Artık içmiyordum. Göz göze geldik. Benden daha ayıktı. Ne sigorta numarası sordum ne de ruh sağlığı. Sadece dudaklarına uzandım. 

Günün geri kalanını, sabaha kadar süren bir “hayatta kaldık” kutlamasıyla tamamladık.

O geceden sonra iki ay daha görüştük. Bazen ben onun evinde, bazen şehirde bir yerlerde, ama daha çok onun evinde. Bazen seviştik, bazen susarak kanyak içtik. Her şey biraz gerçekti, biraz da tesadüf. Ama şunu net hatırlıyorum: Bu kadının salonundaki kanyak sayısı, duygusal stabilitesinden fazlaydı.

inanmayacaksınız,

bugün beylikdüzünde kardeşim deniz ile buluştuk. biraz sohbet ettik falann filann. bu sayede insanları taksim yerine beylikdüzüne yönlendirme planım da ilk meyvesini vermiş oluyordu. ben bi ara minibüsü olan semtlerin hala varoş kaldığını söyledim, o bana marseille sokaklarından zidane gibi bir yeteneğin çıkabileceğini, ama zidane'nin içinden o marseille sokaklarının asla çıkmayacağından bahsetti. neyse sağlıklı yaşamıydı, doğaya dönüştü, tatil iş planlarıydı derken 2 bira içilecek zamana oldukça güzel konular sığdırdık. deniz tabi sağlıklı yaşam konuşurken bira içmenin uygun olmayacağını düşünmüş olacak ki türk kahvesi içti. arada gömdüğü iki üç sigarayı şimdilik görmezden geliyorum. sonra arkadaşımı yolcu etmek için durağa doğru yürür iken onun valizlerini ben taşıyordum. (nedense denizle aynı minibüse bindikten sonra) deniz, telefonu unutmuşum diyerek aniden minibüsten indi. benim o kadar hızlı inememem. şoförün gaza basması. valizlerle beraber bayaa bi gittik adama dur mur diyorum duymuyo en son haykırmak zorunda kaldım. bağırdığımı farkedince mecburen durdu ama bağrılmışlığın verdiği incinmiş gurur ile arkamdan, inanmayacaksınız, -"artiz"- diye söylendi. indim aşağı denizi arıyorum açmıyo, telefonuna henüz ulaşmamış. geri dönmek için başka bi minibüse bindim ablamı gördüm. eskişehirden gelmiş, hiç şaşırmadım. onunla biraz konuştuk, ben denizin yanına gitmek için erken indim. indim de bi baktım ki denizin valizleri minibüste unutmuşum. beylikdüzü haramidere kavşağını bilen bilir, minibüsler e5 den avcılara doğru gider gibi yapıp viyadük tarzı köprü tarzı bi olaydan geri dönüyolar. o ilerden geri dönene kadar ben bi üst geçitten kestirme yaptım ve öne geçtim. arada birkaç insana çarptım, hızlıca özür diledim. sonuçta minibüsü yakaladım ve valizleri aldım. derken denizi aradım dedim böyle böyle, çok büyük maceralar yaşadım, kestirme yollardan koştum. bana dedi demek sen beylikdüzü çocuğuymuşsun, yollara hakimmişsin. valizler ne olacak sıkıntısından bahsettim. deniz bana birtakım sakinleştirici ilaçları anlattı nedense. şu şöyle rahatlatıyormuş, algıyı böyle açıyormuş ama hormonları da fena bozuyormuş, adamların memeleri çıkıyormuş falann filann diyor. muhabbet güzel geldi, bütün sıkıntıları bir kenara bırakıp ben de konuştum. ortam değişti birden bire. peki ya benim bütün valiz&minibüs çıkmazının aslında bir rüya olduğunu farketmem? bi hatırladım ki ben bu adamı metrobüse bindirip gönderdim, şimdi de akşama doğru sıcağında mışıl mışıl uyuyorum. işte o rahatlama güzeldi.